Son günlerde oluşan yağmur ve kar yağışları bizleri rehavete düşürmesin. Dünya ve Türkiye uzun yıllardır “küresel iklim değişikliği”nin etkisi altındadır. Bilim insanları ve küresel ısınmayı takip eden BM bünyesindeki ilgili kurumlar, üniversitelerin ilgili birimleri; Sanayi Devrimi’nin tamamlanmasıyla birlikte fosil yakıtların (kömür, doğalgaz, petrol gibi) kullanımının artırdığını işaret ediyor. Fosil yakıtların yüksek oranda karbon içerdiğini ve kullanımlarıyla birlikte karbonun açığa çıktığını, açığa çıkan gazlarınsa ancak yarısının emilebildiğini biliyoruz. Doğal olarak bu kullanım da atmosfere sera gazlarının salımını çoğalttı. Bu da küresel yüzey sıcaklığının son yüzyılda Dünya’da ortalama +0.3 ila +0.7 °C, Türkiye’de ise +1.1°C artırmıştır. 2100’e kadar da +2 °C’yi aşacağı öngörülmektedir. (1)
Bu artışla birlikte meteorolojik ve hidrolojik anomalilerin sıklaştığını; ani ve şiddetli yağışlar, seller, heyelanlar, hortumlar, fırtınalar, çölleşmeler, yıldırım düşmesi gibi afetlerin her geçen gün kendisini daha çok gösterdiğini ve sıklaşarak göstermeye devam edeceğini ifade etmektedirler. Önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde + 1.1 °C ısınmanın sonucu olarak şu an yıllık kişi başına 1400 m3’e düşen suyun, 2030’da yıllık kişi başına 1100 m3’e, 2040’ta da yıllık kişi başına 700 m3’e düşeceğini öngörmektedirler. Bu öngörüler gerçekleşirse Türkiye su fakiri ülkeler arasında ilk sıralara yükselecektir.(2)
Dünya’yı ve Türkiye’yi yönetenler, kuraklığı ve çölleşmeyi doğuran nedenleri ortadan kaldırmak yerine, çölleşmeye ve kuraklıkla mücadele için imzaladıkları sözleşmelere uymamayı tercih ediyorlar. Kuraklık sadece insanları değil, hayvanları, bitkileri, ormanları, yeşil ve tarımsal alanların tamamını etkiliyor. 1994 yılında yürürlüğe girmiş olan Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi’nde (UNCCD), kuraklık şöyle tarif edilmektedir: Yağışların, kaydedilen normal düzeylerin oldukça altına düşmesi, arazi ve kaynak üretim sistemlerini olumsuz etkileyen ve ciddi hidrolojik dengesizliklere yol açan doğal bir olaydır.
Bilim insanlarının ve Birleşmiş Milletler’in açıklamalarına benzer bir açıklamayı NASA da yaptı: Türkiye, Temmuz 2020’den beri son 15 yılın en kurak dönemini yaşıyor, önlem alınmazsa yaşadığı meteorolojik kuraklık, toprakların kurumasıyla tarımsal kuraklığı; yeraltı sularının, göllerdeki suların azalmasıyla ve nehirlerdeki debinin düşmesiyle birlikte hidrolojik kuraklığı da yaşayacaktır. Yine WRI (Dünya Doğal Kaynakları Enstitüsü) Türkiye’nin 164 ülke arasında aşırı yüksek su kıtlığı yaşayan 1’inci kategoride bulunan 17 ülke sıralamasını takip eden ve yüksek su kıtlığı riski taşıyan 2’nci grupta 18 ile başlayan sıralamada 32’nci sırada bulunduğunu açıkladı. Bu sıralama belli periyotlarla yaşanan kuraklıkların sonucudur.(2)
Kuraklık ve çölleşmeye karşı önlemler alınmıyor tersine teşvik(!) ediliyor
İstanbul 1885 yılında Karaköy-Tünel arasında metroya sahip olmasına; Cumhuriyet’in ilk 15 yılında yaklaşık 4.000 km demir yolu inşa edebilmesine rağmen, 1950'lerden sonra raylı sistemlerden vazgeçerek, ulaşım politikalarını değiştirdi. Toplu ulaşım yerine, tamamen dışarıya bağımlı ve ağırlıkla fosil yakıtlara dayalı bir sistemi benimsedi. “Demiryolları komünist icadıdır” sözleriyle uluslararası bağımlılık ilişkilerini perdeledikleri sağ-milliyetçi/muhafazakâr söylemleri ile de önemli bir kamuoyu yaratmışlardı. İthalata dayalı politikalar nedeniyle o yıllarda başlayan dış ticaret açığı, kullanılan dışa bağımlı enerji ile birlikte sürekli büyüdü.
Türkiye, “Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Sözleşmesi”ni 1998’de imzalamıştı ancak ne egzoz ne diğer sera gazlarıyla ilgili ne ormanların korunmasıyla ilgili ne de şehirlerin kuralsız büyümesinin önüne geçmeyle ilgili herhangi bir önlem aldı. Tam tersi bir yönde ilerleyerek kuraklığın artmasına neden olan kararları uyguladı. Borçlanma da dahil olmak üzere ülkece yarattığımız her kaynak inşaata yatırılırken, su kaynakları, orman, yeşil ve tarımsal alanlar ciddi ölçeklerde yok edildi.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü ile İBB ve İSKİ’nin açıklamalarında, 2020 yılında yağışların önceki yıllarla kıyaslandığında kimi bölgelerde % 50’ye yakın bir oranda düşüş gösterdiğini; İstanbul’a su veren rezervlerin doluluk oranlarının % 20’nin altında olduğunu; Ocak, Şubat ve Mart aylarında gelen yağışlarla birlikte barajların doluluk oranı, % 60’ların biraz üstüne çıktığını öğrenmekteyiz.
Birkaç kişinin kentler adına verdikleri plansız, bilimsel anlayıştan uzak, ranta dönük kararların yanı sıra, göçlerin kesintisiz bir şekilde artarak devam etmesi, kentlerin ve özellikle de İstanbul’un sorunlarını ağırlaştırmış, çözümlerini de zorlaştırmıştır. 1950 yılı kentleşme açısından, Türkiye’nin ve İstanbul’un kırılma noktasıdır. Zeytinburnu sahili, Haliç’in (Dünya’nın gıptayla baktığı yerin) etrafı, Alibeyköy ve Kâğıthane Havzaları, Kazlıçeşme, Kartal, Maltepe, Beykoz, Büyükçekmece ve birçok alan 1950’den itibaren irili ufaklı fabrikalarla dolduruldu.
Çeşitli sektörler de çalışan yoksul insanlar, çalıştıkları yerlere yakın bölgelerde barınma ihtiyacını duyunca, çareyi bir gece içinde yaptıkları gecekondulardan buldular. Çünkü, devlet sahipsiz bırakmıştı onları. İstanbul’u saran göç dalgası, başta barınma ihtiyacı olmak üzere birçok sorunu beraberinde getirirken, çağdaş bir kent olmasından daha çok, bir Mega Köy haline dönüşmesini sağladı.
Aşağıdaki tablo (3) İstanbul’daki gecekondulaşmanın yıllara göre dağılımını göstermektedir.
Özal Hükümeti, 1985 yılından önce yapılan tüm gecekondulara tapu tahsis belgesi vererek, yeterli mühendislik ve mimarlık hizmeti almadan çok katlı betonarme binalara dönüşme ve gökdelenlerin serpilme sürecini başlatmıştı. 2018’de ise Erdoğan Hükümeti imar barışı ile tüm kaçak ve depreme dayanıksız binalara af getirdi. Özellikle 1999’dan önce yapılan ve af kapsamına alınan bu yapıların, ufak bir sarsıntıyla nasıl yerle bir olduğunu, Türkiye’nin pek çok ilinde hep birlikte yaşadık. Kartal/ İstanbul, Buca-Bornova/İzmir, Konya yakın zamanda yaşadığımız örneklerdir.
1994’te RP İstanbul ve Ankara gibi önemli kentlerde yerel seçimleri kazanarak, yönetimi ele geçirmişti. Su sorunu da periyodik aralıklarla sürekli gündemimizdeydi. İBB ve DSİ Ecevit hükümeti döneminde Melen Çayı’ndan su getirilmesini planladı ve Ekim 2001’de Melen Regülatörü inşaatına başlandı. 2002’de AKP, yerel yönetimlerin yanı sıra ülkede de iktidar oldu. AKP hükümetleri, Boğaz geçişi dahil olmak üzere yeni isale hatlarını yaptı. Sonrasında da Melen Barajı’nın inşaatını başlattı. Ancak bu olumlu adımlar devam ettirilmedi. Onlar da tıpkı diğer sağ iktidarlar gibi, betonlaşmayı ve kara taşımacılığını ön plana çıkardı.
Nurettin Sözen’in başkanlığı döneminde başlatılan metro ve raylı sistem çalışmaları tali plana itildi. “Eser siyaseti” diyerek, göze görünen ama şehirlerin gerçek ihtiyaçlarını göz ardı eden hatta onlara engel olan, rantabl olmayan ve sadece paranın paylaşımını esas alan dış kaynaklı ilişkilerle harmanlanmış bir sistem oluşturdular. Ülkenin borçları artarken sorunlarını da artıran bir sistemi kurdular.
AKP, İstanbul’da 25 yıl süren yerel iktidarı boyunca Marmaray (80km) dahil olmak üzere 202 km metro yaptı. Oysa ki yılda 20 km metro yapmış olsalardı, günümüze kadar en az 500 km raylı sistem inşa edilmiş olacaktı. Yerel seçimler öncesinde bütün metro inşaatları durmuştu. Raylı sistemlere ağırlık veren yine bir sosyal demokrat başkana nasip oldu. Seçimleri 2 kez kazanarak göreve gelen Ekrem İmamoğlu ve çalışma arkadaşları, yurtdışı fonlardan krediler temin ederek, duran metro inşaatlarını yeniden başlattı.
Bilim insanlarının “İstanbul'u Kuzeye doğru geliştirmeyin” ve “daha fazla büyümesine de izin vermeyin” uyarıları hiç duyulmadı bile. Hatta, 2004’te İBB bünyesinden kurulan İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi de (İMP) aynı uyarıları yaptı ancak onlar da dinlenmedi. Sonra İMP işlevsiz hale getirildi. İstanbul'un akciğerleri Kuzey Ormanları, AKP iktidarı tarafından maden ocakları, havaalanı, köprü, oto ve çevre yolları gibi projelerle yok edildi. Kentin izin tüm merkezleri de AVM ve gökdelenlerle dolduruldu.
1.Köprünün açılışından hemen sonrası...
1.Boğaz Köprüsü’nün çevresindeki plansız ve kaçak yapılaşma…
TEM Otoyolu ile yaratılan Arnavutköy…
D100 ve TEM otoyolları arasında kalan Esenyurt…
TEM Otoyolu ile yaratılan Sultanbeyli ve su havzaları…
Latince ismi Crocus Olivieri İstanbulensis olan ‘İstanbul Çiğdemi’ Dünya’da sadece Sultanbeyli, Aydos Ormanı ve Ömerli Havzası’nda yetişmektedir. İstanbul Çiğdemi, Şubat-Nisan ayları arasında çiçek açan ve baharın müjdecisi denilen endemik bir bitkidir.
İstanbul Çiğdemi
Doğu Roma Kalesi’nin bulunduğu bölge, Ömerli, Elmalı, Darlık, Terkos, Sazlı Dere, barajlarını besleyen havzalar, önce gecekondularla işgal ettirildi, sonra da ruhsatlı ama proje dışı yapılarla emsal değerlerin çok üzerinde betonlaştırıldı. Önlem alınmaz ise 5-10 sene sonra, 3. Boğaz Köprüsü’nün etrafı ve geri kalan su havzaları da diğer köprülerin çevreleri gibi betonlaşacak.
Su havzalarının yerleşim alanlarıyla işgal edilmesi ekolojik dengenin bozulmasını, ormanların tahrip edilmesini ve şehrin ihtiyaçlara göre çağdaş bir şekilde planlanamamasını da beraberinde getirmiştir. Kuzey Ormanları var oldukları süreler boyunca en büyük tahribatlarını AKP iktidarları dönemlerinde gördü. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de Kanal İstanbul dayatılıyor.
Havaalanı, 3. Boğaz Köprüsü, otoyol, çevre yolları inşaatları ve maden ocaklarıyla yok edilen Kuzey Ormanları ve su havzaları.
Yok edilen ve betonlaştırılan alanlar (4)…
Tablodaki alanlara, 6.172 ha 3. Havaalanı, 8.215 ha 3. Köprü ve Çevre Yollarıyla yok edilen orman alanları dahil değildir (5). Bu alanlar eklendiğinde ve artan özel orman alanını da hesaba kattığımızda toplam: 44.703 ha orman, 78.564 ha tarım alanı yok edilmiş. Yapılaşma alanı ise 85.000 ha artmıştır. Yazının başından beri sıraladığım tüm olumsuzluklar sadece İstanbul’a yapılmadı, bütün ülkeye yapıldı.
Plansızlıkların, sözüm ona “eser” bırakmanın, yanlış tercihler yapmanın sonucunda küresel ısınmadan en çok etkilenen ülkelerden biri olduk, olmaya da devam ediyoruz. Türkiye ve İstanbul’a ilişkin içme suyu rakamları: Türkiye, kişi başına 1347 m3/yıl kullanılabilir su miktarı ile su fakirliği çeken ülkeler arasındadır. Türkiye’nin toplam içme suyu potansiyeli 112 milyar m3, evsel, tarımsal ve sanayi amaçlı kullanılan su miktarı ise 54 milyar m3’tür. Bu 54 milyar m3 ün %72’si tarımda, %12’si sanayide, % 16’sı ise içme ve kullanım amaçlı tüketilmektedir. (5), (6)
İstanbul’a su yetiştirebilmek için Kırklareli-Tekirdağ’dan başlayarak, Kocaeli–Sakarya sınırlarına kadar olan alan içerisindeki yeraltı, yerüstü su kaynakları adeta emiliyor. Sözün kısası, yağmur yoksa su da yok. Susuzluk, bilimsel yöntemlere dayalı, doğru planlamayla önlenir. 2012 yılında Melen Barajı’nın temeli atılırken iktidarın sözcüleri: “2040 yılına kadar İstanbul’un su sorununu çözdük” demişlerdi. Bu sözlerin bir algı yönetimi olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyoruz.
Toplumun tamamını etkilemekte olan sorunları bilimsel yöntemlerle çözmek yerine, palyatif ve sadece günü kurtaran önlemlerle yaklaşmak hem ülke ekonomimize zarar vermekte hem de yarınlara bakışımızda belirsizlikler yaratmaktadır. Bu belirsizlikler, ülkemizin ekonomik bağımsızlığını tehlikeye sokarken kontrolsüz ve plansız büyümede şehrin ihtiyaçlarının karşılanamaz hale gelmesini sağlamaktadır. Örneğin 90’lı yıllarda İstanbul'un su ihtiyacı 1.5 milyon m3/gün iken, bugün 3 milyon m3/güne çıkmıştır (İSKİ verileri). Kentimiz bundan sonra hiç göç almasa bile sadece nüfus artışı (yaklaşık 160.000 kişi) nedeniyle her yıl ilave olarak 11.000.000 m3 suya ihtiyaç duyacaktır.
2040’a kadar “su sorununu çözdük” diyenler, öncelikle Melen Barajı, yıllardır neden su tutmuyor, bunu kamuoyuna açıklamalı ve hesabını vermelidirler! Ortam, sorumsuz ve yetkisiz hale getirilerek bu tür yolsuzluklar kapatılmak isteniyor. İBB’nin şu anki yönetimi, bu ve benzeri yolsuzlukların üzerine gitmeli ve gerçekleri ortaya çıkarmalıdır. Devri sabık yaratmama anlayışı, yolsuzlukların alışkanlık haline gelmesini sağlar.
Son yıllarda barajlarımızda çok önemli sorunlar yaşanıyor. Gövdeleri çatlıyor, temellerinde çökme görülüyor, kapakları patlıyor vs. Melen Barajı gibi daha hizmete açılmadan gövdesi çatlayanlar bile var. Isparta Kasımlar Barajı, Uşak Bahadır Barajı, Adana Gökdere Köprü Barajı gibi can ve mal kaybına neden olan/olabilecek birçok barajımız var. Hepsinin ortak özelliği AKP iktidarı zamanında yapılmış ve yapılıyor olmaları. En önemli sonuçları da doğal yapıyı tahrip etmeleri ve yatırımların boşa gitmesi. Peki neden oluyor bunlar: Bölgeler baraj yapımına uygun değil, proje seçimleri yanlış, jeolojik riskler yeterince analiz edilmiyor. En önemlisi de iyi denetlenmiyor.
Buharlaşma ve temel altlarındaki sızma süreçlerinde yeterince su kaybı zaten oluyor. Çok büyük maliyetleri ve doğanın doğal dengesi nedeniyle bu konularda önlem almak şimdilik mümkün görünmemektedir. Ancak proje, ihale ve yapım aşamalarındaki hileli ve eksik imalatların sorumluları kolaylıkla bulunabilir. Bu kişilerin yargılanması, suçluysa cezalandırılmaları, gelecek kuşakların davranış şekillerini olumlu yönden etkileyeceği muhakkaktır.
Türkiye, felaketleri yaşamadan önce tedbirlerini almalıdır; Kuraklık da, deprem ve salgın hastalıklar gibi hem ulusal hem de evrensel bir sorundur. Bu tür sorunlar tek başına bir kurumun çözeceği sorunlar değildir. Sorunların çözümleri: Devletin bakanlıklar/belediyeler gibi tüm organlarının, üniversitelerin, konu ile ilgili ulusal ve uluslararası faaliyet gösteren kuruluşların birlikte yapacakları veri tabanlı ve planlı çalışmalarından geçer. Özellikle İstanbul için adımlar vakit geçirilmeden derhal atılmalıdır.
Bir başka sorun da, AKP yerel iktidarında yeşil alanların, deprem toplanma alanlarının imara açılması, 10.000’i aşkın parselde ölçüsüzce yoğunluk artışı yapılmasıdır. Bu değişiklikler yapılırken yoğunlaşan şaibe söylentilerine aldırış etmeden ve İstanbul’un siluetini, iklimini bozma pahasına şehrimiz beton şehir haline dönüştürülmüştür. Betonlaştırma hırsı, kentimizi 34 dünya şehri arasında kişi başına düşen 2.2 m2 aktif yeşil alanla en sonuncu şehir yaptı.(7)
İstanbul’un sorunlarını azaltabilmek için:
►Göç almasa bile nüfusu bir yılda ortalama 160.000 kişi artan İstanbul’un, büyümemesi için gerekli önlemler alınmalıdır. Örneğin: Kırklareli, Eskişehir, Bilecik, Balıkesir gibi iller Cazibe Şehirleri (Merkez Türkiye) haline getirilerek, İstanbul’a göç en aza indirilebilir, hatta tersine göçler özendirilebilir.
►Kuzey Ormanlarımızı korumak için, 3. Boğaz Köprüsü ve Çevre Yollarıyla, Kuzey Marmara Oto Yolu etrafına yapılaşma yasağı getirilmelidir.
►Kanal İstanbul tartışmaları bitirilmelidir. Devleti yönetenlerin ve onlarla birlikte hareket edenlerin her türden zorlamalarına karşın, ulusal ve uluslararası mahkeme yolları da dahil olmak üzere yerel yönetimlerin ellerindeki tüm yetkiler kullanılmalı, İstanbul’un sonu anlamına gelen bu proje demokratik yollardan engellenmelidir.
►Yeni orman alanları düzenlemenin yanı sıra, İstanbul'un her yerinde yeşil vadi halkaları (yeşil zincirler) oluşturulmalıdır. Yeşil alanlar, ormanlar, meralar, deprem toplanma alanları, su havzaları kesinlikle imara açılmamalı ve asla parsel bazında imar tadilatı yapılmamalıdır.
►Petrol ve türevleriyle çalışan sistemler yerine elektrikle, doğalgazla çalışan araçlar ve sistemler yaygınlaştırılmalı ve raylı sistemlere ağırlık verilmeli. Deniz taşımacılığının ulaşımda %4 olan payı, en az %10’lara çıkarılmalıdır. Bisiklet, mobilet vb. araçların kullanımları özendirilmelidir.
►Geleneksel sulama sistemi yerine basınçlı (damlama ve yağmurlama) sulama sistemleri tarımda, yeşil alanlarda, seracılıkta, bahçelerde zorunlu hale getirilmelidir.
►Seçilme endişesi duymadan ve gecikilmeden “su tasarrufu tedbirlerine” başlanılmalıdır. Semtlere dönüşümlü su vermekten, klozet rezervuarlarını ayarlamaktan, musluklardaki suyun tazyikini azaltan tedbirlere kadar önlemler bir an önce alınmalıdır.
►Yurttaşlarımıza “su tasarrufu” eğitimi verilmelidir. Bunun için kısa videolar çekilmeli, sosyal medya ve internet üzerinden sunumlar yapılmalıdır. Billboardlara eğitim afişleri asılmalı, TV kanalları, suyun doğru kullanımına dönük tedbirleri içeren videoları belirli periyotlarla yayınlamalıdır.
►Yağışların boşa akıp gitmemesi için caddelerde ve çatılarda “yağmur suyu hasatı” yapılmalıdır. Yağmur suyu ve evsel atık kanallarının birbiriyle bağlantısı kesilerek, yağmur suyu kanallarındaki suların geriye dönüşümü için yatırımlar yapılmalı, teşvik edilmeli ve buna uygun yasal düzenlemeler yapılmalı ve meclis kararları alınmalıdır. Toplanacak yağmur suları, biyolojik arıtmalarla kullanıma uygun hale getirilerek sanayide, yeşil alanlarda, tarımda kullanılmalıdır.
►Su şebekelerindeki kayıp-kaçak oranı Türkiye genelinde ortalama %40’tır. Bu durum İstanbul özelinde %20’ler seviyesindedir. Su şebekelerindeki kaçakların en aza indirilebilmesi için şebeke yenileme ve denetleme sürekli bir hale getirilmelidir.
►Su havzaları tek otorite tarafından korunmalı ve denetlenmelidir. Büyükşehirlerde İçme Suyu ve Kanalizasyon İdareleri, diğer illerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkili olmalıdır.
►“Koruma ve Çevre Düzeni Planları” toplumun en az yüz yıl sonrası düşünülerek yapılmalıdır. Bizden sonrakilere bırakabileceğimiz en önemli miras da budur.
Dursun Bulut
İnş. Mühendisi,
TÜSES Saymanı
Yararlanılan kaynaklar:
1 ve 2 –IPCC İklim Değişikliği Raporu/WWF Kuraklık Rap./WRI Rap. Dr. İlhan Akgün Sabancı Üni. / Prof. Dr. Doğanay Tolunay Makaleleri/ Prof. Dr. Levent Kurnaz: Kuraklık ve Türkiye Rap.
3 - Doç. Dr. Binali Tercan “1948’den Bu Yana İmar Afları”
4 - Türkiye Ormancılar Derneği Raporları
5 - Bilim ve Aydınlanma Akademisi ve DSİ Raporları
6 - İTÜ Meteoroloji Kaynakları
7 - WCCF Dünya Şehirleri Yeşil Alan Raporu