Giriş
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin her türü ve kadın cinayetlerinde failin kadının birinci derecede yakınları olduğu kadın örgütleri tarafından ifade edilmektedir. Kadınlar ya evli, nişanlı ya da birlikte olduğu erkek tarafından ya da aile bireylerinden biri ya da birkaçı tarafından öldürülmektedir. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü için açıklanan Birleşmiş Milletler Raporu’nda, 2021 yılında dünyada 81.100 kadın ve kız çocuğunun toplumsal cinsiyet nedeniyle öldürüldüğü ve bu cinayetlerin çoğunun aile üyeleri veya partnerleri tarafından gerçekleştirildiği açıklandı. Buna göre, ortalama olarak saat başı, beşten fazla kadın ve kız çocuğunun kendi aileleri tarafından öldürüldüğü anlamına geldiği vurgulanmakta. (UN, 2021) Kadına yönelik toplumsal cinsiyet temelli şiddetin ve kadın cinayetlerinin engellenebilmesinde cezai süreçlerin önemi kadar olgunun arkasındaki nedensellik bağının çok boyutlu analizi ve bu analize dayanarak üretilecek mücadele yöntemleri önemlidir. Son yıllarda özellikle “boşanma/birlikteliğe son verme” nedeniyle eşleri/partnerleri tarafından öldürülen kadın sayısındaki artış dikkati çekmektedir. Kadınların boşanma/birlikteliğe son verme girişimleri çoğu kez kadının ve çocukların uğradığı aile içi şiddet ve ailenin maddi/ manevi varlığının sürdürülebilmesinde erkeğin sorumluluklarını yerine getirmemesi nedeniyle olmakla birlikte boşanma oranlarındaki artışın daha genel anlamda gelir dağılımındaki eşitsizliklerin artması; geleneksel kültürün aileyi geçindirme sorumluluğunu verdiği erkeğin gelir ve iş kayıpları; kadınların gerek aile bütçesine katkı gerekse kendi ekonomik bağımsızlıkları için çalışma ve özgürlük talepleri gibi nedenler yatmaktadır. Yoksullaşma ile boşanmalar arasında, boşanmalar ile de kadına yönelik erkek şiddetinin ve kadın cinayetlerinin artışı arasında doğrusal bir ilişki izlenmektedir.
Türkiye’de gelir dağılımının ücretli çalışanlar ve küçük esnaf-sanatkâr-üretici-tüccar aleyhine giderek bozulması ve yoksulluğun orta sınıfları da içine alarak yaygınlaşması modern toplumun temel taşıyıcı sosyal kurumu olan çekirdek ailenin sarsılmasına neden olmaktadır. Ancak bu sarsıntının nedeni değil sonucu olarak çözülen ailenin ya da bozulan birlikteliğin bedelini kadınlar ya canlarıyla ya da çocuklarıyla birlikte giderek derinleşen bir yoksullukla ödemektedirler. Kadınların maddi ve manevi olarak çökmekte olan bir birliktelikten çıkma ve kendi yaşamlarını yeniden inşa etme çabaları şiddetli bir dirençle karşılaşabilmektedir. Bir diğer ifadeyle kadınların maddi ve manevi olarak sürdürülebilir olma imkanını kaybetmiş olan bir birliktelikten ayrılma istekleri çoğunlukla şiddetle, kimi durumlarda da hayatlarına kastedilerek cezalandırılmaktadır.
Bu yazıda İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1970’li yıllara kadar sürecek refah devleti döneminde genişleyen orta sınıfın 1980’lerden itibaren yeni liberal ekonomi politikaları ile yaratılan yeni tüketim toplumunun en büyük müşterisine dönüşmesi; ardından da güvencesiz çalışma biçimleri, giderek düşen satın alma gücü ve borçlanma ile seyreden “orta sınıf krizi” ile çekirdek ailenin çözülmesi sürecinde kadınların konumunu ilişkisel olarak ele almayı deneyeceğiz. Bu çözülme sürecinde kadınların aldıkları pozisyonların karşılaştığı direnci ve ödedikleri bedeli bu ilişkisellik çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.
Modern Toplumda Çekirdek Aile Mitinin Taşıyıcısı Olarak Orta Sınıf ve Kadına Atfedilen Rol
Sanayi toplumunun doğuşu tarıma dayalı toplumsal yapılarda radikal dönüşümler ve farklılaşmalarla birlikte gerçekleşirken, geleneksel topluma dair bütün sosyal ilişkiler de çözülüyordu. Marx ve Engels’in “Katı olan her şey buharlaşıyor”[1] dediği bir zamanda toplum sınıfsal olarak yeniden biçimleniyordu. Kırlardan kentlere, özgür, ücretli bir emek gücüne dönüşen kitleler akıyor, Simmel’in deyimi ile insanların emeklerini satarak elde ettikleri para (ücret) gündelik yaşamın yeni mantıksal çerçevesini oluşturuyordu (1991). Geleneksel toplumdaki bütün sosyal organizasyonlar çözülerek yenileri biçimleniyordu. Bu büyük dönüşümü ve oluşmakta olan yeni toplumsal yapıyı kavramaya çalışan düşünürler, örneğin Tönnies, bunu toplumun organizasyonundaki bir dönüşüm olarak açıklamaktaydı. Tönnies’e göre değişimin temelini sanayi öncesi dönemin cemaat olarak örgütlenmiş kırsal yaşamı ile sanayileşme döneminin gönüllü olarak örgütlenmiş kentsel yaşamı arasındaki farklılık oluşturmaktaydı (Swingewood,1991) Diğer yandan Durkheim’e göre temel değişme toplumsal iş bölümünde gerçekleşmekteydi. Tarımsal üretime dayalı kırsal yerleşmelerdeki mekanik toplumsal dayanışma, sanayi kentinde yerini organik dayanışmaya bırakmaktaydı. Sanayi öncesi kırsal yerleşmelerde bireyler, sosyal bağımlılık ve akrabalık ilişkilerine dayanan mekanik bir dayanışma içindeyken, sanayi kentinde bireyler akrabalığa dayalı dayanışmayı sürdürme imkânına sahip değillerdi ve onun yerine çalıştıkları işlerdeki çeşitlenmelere bağlı olarak daha geniş sosyal gruplarla dayanışma ilişkileri kurma imkânına sahiplerdi. Bu ilişkiler organikti ve toplumsal iş bölümüne bağlı olarak giderek artan sosyal toplumsal farklılaşmaların doğal bir sonucuydu (age).
Modern toplumda işgücünün yeniden üretiminin alanları olan kamusal mekanlar, mahalle ve hane (ev) yeniden biçimlenmektedir. Geleneksel toplumdaki cinsiyet rolleri gerek toplumun modern sosyal organizasyonunda gerekse hane içi ilişkilerin yeniden biçimlenmesi sürecinde değişmektedir. Modern kimliklerin ve aidiyetlerin inşa olmasını sağlayan ev, işyeri, okul, alışveriş mekanları, eğlence ve dinlence mekanları gibi sosyal yapılar kadın ve erkekleri geleneksel toplumdan farklı olarak etnik-dinsel-üretimsel cemaatin bir parçası olmaktan çıkarıp modern toplumun bağımsız bireyine dönüştürmektedir. Bu birey sanayi toplumunun yeni üretim ilişkilerindeki iş bölümüne göre oluşan modern toplumsal sınıfların da taşıyıcısı oluyordu. Kapitalist üretim ilişkilerindeki temel sınıfsal ilişkiyi tanımlayabilmek için derinlemesine analiz edilen sermeye sınıfı (burjuvazi) ve işçi sınıfı (proletarya) dışında analizi her zaman daha zor olan ancak kültürel olarak modern toplumdaki çekirdek aileyi en çok temsil eden orta sınıf, kadına da yeni bir rol biçmektedir. Bu rol kapitalist toplumda emeğin yeniden üretim yeri olan çekirdek ailenin sürdürülmesine atfedilen kutsallık üzerinden tanımlanacaktır.
Geleneksel ataerkil sistemde olduğu gibi, modern ataerkil sistemde de kadının öncelikli görevi “anneliktir”. Anne, modern toplumun kurallarını çocuğuna en iyi biçimde öğretecek ve onların beden ve ruh sağlığı sağlanmış birer emek gücü olarak sisteme eklemlenmeleri için bu görevi kusursuz olarak yerine getirecektir. İkinci görevi ise modern hukuk sistemi ile güvence altına alınmış çekirdek ailenin sürdürülmesi için evine ve eşine ömür boyu bir sadakat ilkesi ile bağlı kalmasıdır.
Modern sanayi toplumunda çekirdek aile bu yeni üretim ilişkileri içinde mekânsal ve maddi bir zorunluluk olması nedeniyle varlığını sürdürebilmesi için mitsel-kutsal unsurlarla donatılmak zorundadır. Bu donanım olmadığında çekirdek aile ile ancak emeğini satarak hayatta kalabilen modern emekçi sınıfın bireyi arasındaki radikal çelişki görünür hale gelmektedir. Çünkü Simmel’in Paranın Felsefesi (2012) adlı başyapıtında üzerinde durduğu gibi modern insan artık paraya (ücrete) mahkûm bir bireydir ve Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (2020) adlı çalışmasında vurguladığı aile bu sömürü ilişkisini bir “kutsal aile” miti ile sağlama almaktadır
Modern toplumda ücret bireyseldir. Ailede çalışır yaşta olanlar çalışacak, bakıma muhtaç olanlar ise modern devletin zorunlu eğitim, bakım evleri, hastane ve diğer kurumlarında bakılacaktır. Ancak yine de emeğin yeniden üretildiği hanede 24 saatlik hane içi iş bölümünden sorumlu bir birey olmak zorundadır. Sanayi üretiminin erken dönemlerinde kol gücü gerektiren fabrika işçiliğinde erkek işgücünün sermaye sınıfı için daha verimli olması hane içi görevlerde kadına emeğin yeniden üretimi sorumluluğunu, bir başka deyişe ev işlerini ve çocukların bakımını yükleyecektir. Bu yük kadınları kendi özgür emekleri üzerindeki tasarruflarından annelik, sadakat (sadık eş) ve ailenin temel direği olmak gibi “değer yüklü” atıflarla uzaklaştıracaktır. Oysa modern toplumda ücret bireyseldir. Dolayısıyla çekirdek ailenin kutsanması ile kadın aile içi konumunu özgür emeğini satarak gelirini elde eden sınıfsal konumunun önüne geçirmektedir.
Kadının kutsal çekirdek ailenin temel direği olma konumu en fazla orta sınıflarda kültürel bir form olarak yerleşecektir. Fabrika işçisinin aldığı bireysel ücret çekirdek ailenin geçimini sağlamaya yetmediği erken sanayileşme döneminde işçi sınıfı içinde kadınların da emek pazarına katılımı gerçekleşecektir. Ancak teorik olarak çelişkili sınıf konumları tartışması[2] olsa da modern toplumun erken dönemlerinde beyaz yakalı ücretliler, esnaf, zanaatkar ve küçük tüccarlardan oluşan orta sınıflarda, eğitim ve beceri sahipliğinde erkekler kadınlardan daha fazla donanıma sahip oldukları ve bireysel olarak elde edilen gelir çekirdek aileyi geçindirmek için görece yeterli olduğu için kadınlar kutsal aile mitinin taşıyıcı direği olacak “ev”den sorumlu olacaktır. Ancak modern toplumun gündelik yaşamında ortak kültürel değerleri temsil etme gücü en yüksek olan bu orta sınıf çekirdek ailede kadının konumu, modern orta sınıfın tarihsel olarak geçirdiği dönüşüme bağlı olarak çözülmeye zorlanacak ve mit ile gerçeklik arasındaki gerilim kadınların özgürlük mücadelesinin bedelini ağırlaştıracaktır.
Ayrıca modern toplumda orta sınıfı sınıf mücadelesinin uzağında tutan unsurlardan biri sınıf teorisinde de tartışılan muğlak sınıfsal konum ise bir diğeri de modern çekirdek aileye sınıf üstü kutsal bir değer atfedilmesidir. Orta Sınıfın Zaferi başlıklı çalışmasında Moraze, 19. Yüzyıldan beri modern dünyanın kuruluşunu Avrupa’dan Atlantik’in diğer kıyısına kadar uzanan yeni değerler ve bu değerlerin taşıyıcılığını yapan orta sınıfların başarısı olarak selamlar (Ünüvar, 2010). Burada orta sınıfa atfedilen modern değerler sisteminin taşıyıcısı olma rolü çekirdek ailenin direği olarak kadında kristalize olmaktadır.
Orta Sınıf Krizi Kadını Özgürleştirici Bir Fırsat mı?
Keynesyen sosyal refah devleti döneminde işçi sınıfının artan refahı beyaz ve mavi yakalılar arsındaki gelir farklılıklarını azaltarak işçi sınıfının tüketim kalıplarının ve gündelik yaşam kültürünün orta sınıflaşmasına neden olacaktır. Refahı artan işçi sınıfının ev ve özel hayata yüklediği anlam orta sınıfla benzeşmeye başlamaktadır. Dolayısıyla orta sınıfın tüketim kalıpları, gündelik yaşam biçimi ve çekirdek aileye yüklediği değer mavi yakalıları da içine alarak yaygınlaşmaktadır. Keynesyen ekonominin kriziyle bu genişlemiş ve popüler kültürün taşıyıcısı haline gelmiş orta sınıf gelir kaybı, sosyal güvence kaybı ve iş kayıplarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Dolayısıyla aile içinde toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünde kadınlara yüklenen iyi anne ve eş olma rolüne ek olarak aileye maddi gelir sağlama zorunluluğu da yüklenmektedir.
Üstelik yeni liberal politikalarla fordist üretim biçiminden post-fordist üretime geçişle birlikte üretimin ve çalışma ilişkilerinin esnekleşmesi eski sanayi işçilerini ve klasik beyaz yakalıları sistemin dışına iterken (Sannet, 2016), kadınları yeni çalışma biçimleri (genişleyen hizmet sektörü, taşeronlaşma, ev eksenli çalışma, vd.) ve düşük ücretlerle emek pazarına eklemliyordu (Daldal, 2017). Orta sınıf çekirdek ailedeki gelir ve iş güvencesi kaybı kadınların emek pazarına girişi ile tadil edilmeye başlıyor ve şahsi gelirlerinin büyük kısmı aile ekonomisi için kullanılsa da kadınlar için kişisel bir ekonomik ve elbette toplumsal özgürlük alanı yaratıyordu. Diğer yandan orta sınıf hanelerin yaşadığı gelir kaybı ve yoksullaşmanın toplumsal cinsiyet rollerinde yarattığı sarsıntı modern çekirdek ailenin de sorgulanmasında neden oluyordu. Kadının ev içi bakım emeği ve hizmetine karşı, ömür boyu güvenli ve mutlu bir yaşam vaadi gerçekleşemiyordu. Kandiyoti’nin ifadesiyle ataerkil pazarlık bozulmuştur artık (Bianet, 2019). Zira, eşitsiz ilişki ve iş bölümüne dayalı toplumsal cinsiyet rejimleri kadınlara da güvenli alanlar tanımıştır. Ancak bu pazarlığın maddi temelleri ekonomik ve toplumsal nedenlerle sarsılmaktadır artık.[3] Kentleşme, göç, yeni kuşakların değişen rolleri vb. gibi değişen dinamikler sonucu ataerkil normlar değişmektedir. Bu dinamikler, 1980’li yıllardan itibaren yükselen ikinci dalga feminist hareketlerle desteklendiğinde, kadınlar aile ilişkilerini, evliliklerini ve modern orta sınıf “ev kadınlığını” sorgulamaya başlıyordu. Bu sorgulamaya tepki ise, çözülen ataerkilliğin yeniden inşasında, kadının üzerindeki kontrolün sürmesi için kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin artması olarak ortaya çıkmaktadır
Türkiye’de Orta Sınıfın Yoksullaşması, Hanedeki Kriz ve Kadınlara “Çıkış” Yasağı
Batı’nın erken modernleşmiş sanayi ülkelerinde emeğin yeniden üretimini garanti altına almak üzere modern çekirdek aileye atfedilen aşırı değer, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken yıllarında modern çekirdek ailenin kurucu unsuru olarak “modern ev kadınına” dayandırılır. Türkiye’nin dört bir yanında pek çok kentte açılan Kız Enstitülerinde verilen eğitimin içeriğinde modern ev idaresi, dikiş, yemek, modern adabı muaşeret kuralları önemli yer tutmaktadır (Akşit, 2021). Kadınlara bir yandan modern çekirdek ailenin kültürel inşası ve emeğin yeniden üretimini sağlama görevi verilirken diğer yandan da aile ekonomisine katkı sağlayacak beceriler kazandırılmaktadır. Burada modern çekirdek aile ve onu idare edecek modern “ev kadını” idealleştirilmektedir. Tıpkı erken sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi modern çekirdek aile ideali Türkiye’de de kendi varlığını ailesinin varlığına feda edecek kadınlar üzerinden popüler kültürde inşa edilmektedir. Ancak erken sanayileşmiş ülkelerden farklı olarak Türkiye’de bu inşa süreci, nüfusun ağırlığının tarımsal üretimde olduğu ve dolayısıyla geleneksel geniş ailenin egemen olduğu bir toplumsal yapıda sadece kentli orta sınıflarda karşılığını bulacaktır. 1950’li yıllarda başlayacak iç göç hareketiyle kırlardan kentlere göçen köylü ailelerin kentlere yerleşme biçimleri ve çalışma koşulları onların geleneksel kırsal aile yapısını uzun süre muhafaza etmelerine neden olacaktır. Böylece 1950’lerden itibaren kentlerde kır kökenli emekçi sınıflar ağırlıkla muhafazakâr-geleneksel aileyi, kent kökenli orta sınıflar ise seküler-modern aileyi temsil edecektir. Bu nedenle Batı’dan farklı olarak Türkiye’de bir kültürel kategori olarak orta sınıfın genişlemesi mavi yakalı işçilerin refah artışıyla orta sınıf tüketim kalıplarını benimsemeye başlamalarıyla gerçekleşmeyecektir. Tam tersine kırsal kökenli emek gücünün maddi refahının arttığı durumlarda bile geleneksel aile değişime direnecektir. Bu nedenle kır kökenli kentli geleneksel ailenin modern çekirdek aileye dönüşümü birkaç kuşak boyunca süren kuşaklararası ve aile içi çatışmalar sonucunda ancak gerçekleşmeye başlayacaktır. Çünkü modern çekirdek ailede kadına atfedilen kurucu-idareci ideal ev kadını rolü kadına aynı zamanda aile içi ilişkilerde inisiyatif vermektedir. Geleneksel muhafazakâr ailede ise kadının sert (namus gibi) ataerkil kurallar altında, kendi bedeni dahil hiçbir konuda inisiyatifi yoktur. Ancak kentli modern orta sınıf aileye göre kadının haneye getireceği gelire olan ihtiyaç göçmen kırsal ailede daha yüksektir. Bu nedenle aile içinde kadının gelir getirici işlerde çalışması belli koşularda (evlere temizliğe gitmek, ev eksenli üretim, kadın iş gücünün yoğun olarak kullanıldığı üretim alanlarında fabrika işçiliği gibi) ve erkekler tarafından izin verildiği ölçüde de olsa refah seviyesi görece yüksek orta sınıf “ev kadının” dan daha hızlı gerçekleşecektir.
Türkiye’de orta sınıflar Cumhuriyet’in erken yıllarından 1970’lerin sonlarına kadar, dar gelirli devlet memurları, yerel esnaf ve zanaatkarlarla refah seviyesi görece daha yüksek kamu ya da özel sektörde yönetici konumda olan memurlar, esnaf ve zanaatkar, uzman meslek sahipleri ve aile emeğine dayalı küçük üreticileri içine alarak kentleşme hızına da bağlı olarak genişlemiştir. 1980’lere kadar dar gelirli orta sınıflar dahi düzenli gelir, iş güvencesi ve sosyal devletin sağladığı kamusal olanaklarla tasarruf edebilen ve bazı uzman meslekler (öğretmenlik, hemşirelik, hekimlik, avukatlık, eczacılık, terzilik gibi) hariç kadınların çalışmasına gereksinim olmadan yaşamını sürdürebilmektedir. O nedenle “ideal ev kadını” çalışmayan, eşinin gelirini en ekonomik biçimde ev idaresi içinde kullanan, çocukları ve eşine huzurlu, konforlu bir ev hayatı sağlayan kadındır. Yukarıda bahsedilen uzman meslekler dışında orta sınıf “ev kadınının” çalışmak zorunda kalması kadının toplum içindeki itibarını artıran bir unsur değildir. Tam tersi bu bir yoksulluk göstergesidir. Hatta dönemin popüler edebiyat metinleri ve Yeşilçam sineması örneklerinde ‘çalışan kadın’ bir hakaret ifadesi olarak kullanılır (Tekeli, 2017). 1980’li yıllara kadar popüler kültürde orta sınıf kadın ancak eşi ya da ailesinin başına bir felaket geldiğinde çalışmak ve çocuklarına bakmak zorunda kalan bir mağdur olarak temsil edilmektedir.
Ancak 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin benimseyeceği yeni liberal ekonomi politikaları sadece kadının da çalışmak zorunda kaldığı kırsal kökenli yoksul ailede değil ideal ev kadınlığı ile bütünleşmiş orta sınıf hanede de aile içi güç ilişkilerini değiştirmeye başlayacaktır. 1960’lardan 1980’ler kadar sürecek olan kamu destekli ithal ikameci sanayileşme sürecindeki ücret politikaları ve kamusal eğitimin kız çocuklarını da içine alarak yaygınlaşması gerek kır kökenli geleneksel ailede gerekse orta sınıflarda kız çocuklarının eğitime erişimini artırmış olması kadınların emek pazarına girişlerini kolaylaştırmaktaydı. Diğer yandan yeni liberal ekonominin körüklediği tüketim kültürü de tasarruf eğilimli orta sınıfı yeni taksit-kredi olanaklarıyla tüketime yönlendiriyordu. Orta sınıf tıpkı Batı’da olduğu gibi tüketim kültürünün en geniş temsil alanını oluştururken aynı zamanda güvencesizleşiyor ve gelir kaybına uğruyordu. Bütün bu koşullar kadının ideal ev kadını kutsamasıyla ücretsiz ev işçisi olmaktan çıkıp, bireysel kazanç elde edebileceği çalışma hayatına girişini mümkün hale getiriyordu.
Ancak orta sınıfın yoksullaşmasına ve hanedeki çalışabilir yaştaki diğer bireylerin elde edecekleri gelire olan ihtiyaç artmasına rağmen Batı’dan farklı olarak Türkiye’de kadının çalışma yaşamına girmesine çeşitli “çıkış yasakları” gelecektir. Çünkü Türkiye’de kadının evin dışına çıkışı sadece kadının ideal anne ve sadık-fedakâr eş pozisyonu değil aynı zamanda aile içinde ve toplumda erkeğin iktidarının unsurları olan ailenin namusunu koruma, evi geçindirme ve başarı gibi erkekliğe atfedilmiş değerleri derinden sarsıyordu. Türkiye’de boşanma oranları artıyor ve kadına yönelik aile içi şiddet önce gözle görünür biçimde ardından da istatistiklere girecek hızda yükseliyordu. Kadınları ataerkil sözleşmenin dışına çıkmaya mecbur eden ekonomik koşullara rağmen “çıkış yasağı” ile daha radikal çıkış yolu olarak boşanma ile sonuçlanacak ve boşanma süreci kadına yönelik şiddeti daha da artırarak kadın cinayetlerinde dramatik artışlara neden olmaya başlayacaktır. Oysa 80’li yıllardan günümüze feminizmin görünür hale getirdiği kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artışın en önemli nedenlerinden biri, aile içi şiddet nedeniyle boşanan ya da boşanmak isteyen kadınların bunun sonucu olarak gene şiddetle ya hayatlarından olmaları ya da ya da şiddetin her türüne maruz kalmalarıyla sonuçlanmakta (Çubukçu, 2018). Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre, Türkiye’de boşanma sebeplerinde %36.4’lük bir oranla aile içi şiddet ilk sırada yer alıyor (TÜİK). Üstelik bu oranları daha önceki yıllarla karşılaştırdığımızda ve bu rakamların resmi kayıtların baz alınarak istatistiklere yansıdığını düşündüğümüzde, reel bilançonun çok daha vahim olduğunu vurgulamak gerekir. Kadınların aileyi ve çocukları bir arada tutma çabası, katlanılmaz aile içi şiddet nedeniyle boşanma noktasına gelmesi ve bunun sonucunda artan kadın cinayetleri, şiddetin her türüne maruz kalma ve yoksullukla sonuçlanmakta. Zira, kadın sivil toplum örgütlerinin yaptıkları çalışmalar kadınların boşanma nedenlerinin ‘artık şiddete katlanamamak’ ve ‘yoksulluk’ olduğunu ortaya koyuyor (Mor Çatı,1996). Erkeklere göre yoksulluktan çok daha fazla etkilenen kadınların bu durumu, 1970’lerin sonlarından itibaren “yoksulluğun kadınlaşması” kavramını ortaya çıkardı. (Pearce,1978). Sosyal bilimcilerin bu kavramla dikkat çektikleri nokta, yoksullaşan nüfusun, artan bir şekilde kadınlardan ve çocuklardan oluşmasıdır.
Türkiye’de yeni liberal politikalarının özellikle dar ve orta gelirli işçi, memur, esnaf, zanaatkar, uzman meslek sahibi ve küçük üreticilerden oluşan orta sınıfı yoksullaştırmasının aile kurumu üzerindeki olumsuz etkileri siyasi iktidarlar tarafından görülecektir. 1989 yılında 396 sayılı KHK ile Başbakanlığa bağlı olarak kurulan “Aile Araştırma Kurumu” bu duruma karşı politika geliştirme amacını taşımaktadır. Daha sonra bu kurum 2004’de “Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ”ne, 2011’de “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına” ve 2021’de de “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına” dönüştü. Bu değişimler ve tercihler, devletin toplumsal cinsiyet ideolojisinin, kadını birey olarak tanımayan, aile içindeki rolünü esas kabul eden bir yaklaşıma sahip olduğunun göstergeleri. Devlet’in aile odaklı toplumsal cinsiyet politikaları, ‘kadın’ı değil ‘aile’yi koruduğu için, bir yandan bunun kurumsal ve normatif düzenlemelerini yaparken diğer yandan kadınları toplumsal hayatın içinde şiddete karşı savunmasız bırakarak, derin bir yoksullukla denetleme ve cezalandırma ile sonuçlanmakta (TEPAV, 2009). Zira, artık geleneksel ataerkilliğin kadına kısmi koruma vadeden dinamikleri değiştiği için, kadınlar ekonomik, fiziksel ve psikolojik olarak her türlü şiddete açık hale gelmekte. Türkiye’de kadın cinayetlerinin ve toplumsal cinsiyet temelli şiddetin artması geleneksel ataerkilliğin sarsıldığına işaret eder. Zira çökmüş olan eski hegemonik erkekliğin takviyesi daha çok şiddet ve denetim gerektirir. Bu yeni süreci açıklama da ‘Ataerkillik’ kavramının bu süreçleri anlamamızda yetersiz olduğunu vurgulayan Kandiyoti, bunun yerine ‘eril restorasyon’ (masculinist restoration) kavramını önermekte (2019). Buna göre, dünyada ve Türkiye’de yükselen sağ popülist ve otoriter rejimlerin kadınların özel ve kamusal alanda eşitlik yönünde elde ettiği pek çok kazanımın iptali, yeni bir eril restorasyon sürecinin işareti olarak okunmalıdır.
Sonuç
1995 yılında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler 4. Dünya Kadın Konferansı’nda kabul edilen Pekin Deklerasyonu ve Eylem Planı küresel ölçekte kadınların yaşadığı eşitsizliklere dikkat çekti; özellikle ev içi işlerinin değersizleştirilmesi ile kadının bakım emeğinin görünmezliğini ortaya çıkarılması ile toplumsal cinsiyet temelli ayrıştırılan niceliksel ve niteliksel veriler, istatistikler önem kazandı. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği, kamusal ve özel hayatın her alanına dair ortaya konan bu göstergeler hem ülkelerarası farklılıkları hem de küresel ölçekte süregelen bu sorunlar için acil ve sürdürülebilir çözümler üretmede dikkate alınmaya başladı. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler ’in sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında kadınların güçlendirilmesi yer almakla birlikte, 1990’lı yıllardan bugüne ekonomik krizin giderek derinleşmesi, yeni liberal politikaların sosyal adalet ilkesini gözetmeyen ‘kalkınma/güçlenme’ pratikleri, ataerkil anlayışla eklemlenerek aile, piyasa, devlet ve sivil toplum gibi her alanda cinsiyetler arası kadınlar aleyhine eşitsizliği daha da derinleştirmekte. Popülist ve otoriter siyasi rejimlerin, kadın bedeninin denetlenmesi (kürtaj, boşanma, nafaka tartışmaları bunun göstergesi) toplumsal cinsiyet temelli şiddetin bir mekanizma olarak yaygınlaşması ve yoğunlaşması gibi majör gelişmeler, kadınların ve çocukların derin bir yoksulluğa sürüklenmesine neden olmakta.
Orta sınıfın gelir düzeyinin düşmesi ve kadına yönelik şiddetin dozunun artmasıyla çekirdek ailenin maddi temellerinin tahribatı, Kandiyoti’nin deyimiyle bozulan ataerkil pazarlık sonucu, kadın cinayetlerinin ve şiddetin artması ile giderek yoksullaşan kadın ve çocuk sayısının arttığı görülmekte. Devletin bu soruna çözüm olarak, kamu kaynaklarını toplumsal cinsiyet eşitsizliğini giderecek biçimde kullanması gerekir, normatif düzenlemeleri (nafaka hakkı gibi) kadınların ev, aile, piyasa içindeki konumlarını güçlendirecek yönde olması gerekir. Çocuk bakımı, beslenmesi, çocukların ihtiyaçlarının karşılanması, yaşlı bakımı, sosyal yardımlara erişim çabaları çoğunlukla kadınlar tarafından yerine getirilmektedir. Sosyal yardımlara kadınlar erkeklere göre daha fazla başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Sosyal devlet yaklaşımı ile, bağımlılığı artıran, sürekliliği olmayan yardımlar yerine, hak temelli bir yaklaşım çerçevesinde kamu politikaları oluşturulması gerekiyor. Ücretli ve güvenceli işlere kadınların katılımını kolaylaştıran ve destekleyen, böylelikle kadınların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlayan politikalar, öncelikle kadınların derin yoksulluk krizinden çıkmalarının ve bununla birlikte cinsiyet eşitsizliklerinin giderilmesinin önünü açacak imkanlar tanıyacaktır.
Kaynaklar
Akşit, E.E. (2021) Kızların Sessizliği: Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi, İletişim Yayınları
Callinicos, A., Harman, C. (2000) Neo-Liberalizm ve Sınıf, Salyangoz Yayınları.
Çubukçu, S. U. (2018) “An Overview of Gender-Based Violence Against Women and Feminist Struggles in Turkey”, Political Economy of Labour, Income Distribution & Exclusion, (Der: Papatheodorou,C., Çevik, S., Paitaridis, D., Yılmaz,G.), IJOPEC Publication, (55-65)
Daldal, Ş. (2017) “Almanya’da Mini-Job Çalışanı Türk Kadınlarının Konumu”, 6. International Conference on Gender Studies, Gazimagusa, 23- 25 Mart 2017.
Engels, F. (2020) Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Yordam Kitap.
Kandiyoti, D. (2021) “Ataerkil Pazarlık”, Feminist Bellek, https://feministbellek.org, Erişim tarihi: 01.12.2022
Kandiyoti, D. (2019) “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Tüm Dünyada Var” Röportaj: Evrim Kepenek https://m.bianet.org/bianet/, Erişim tarihi: 29.11.2022
Marx, K. Engels, F. (2019) Komünist Manifesto, Çeviri: N. Satlıgan, Yordam Yayınları.
Mor Çatı (1996) Evdeki Terör Kadına Yönelik Şiddet, Mor Çatı Yayınları.
Pearce, D. (1978) ‘The Feminization of Poverty: Women, Work and Welfare’, Urban & Social Change Review, 11(1) 28-36.
Sannett, R. (2016) Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, Ayrıntı Yayınları.
Simmel, G, (1991) “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, Defter Dergisi, 16 (83-94), Metis Yayınları
Simmel, G. (2012) Paranın Felsefesi, İthaki Yayınları.
Swingewood, A., (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Çev: O. Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları.
Tekeli, Ş. (2017) Feminizmi Düşünmek, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
TEPAV (2009) Kadın Yoksulluğu Değerlendirme Notu, Yayına hazırlayan: Ülker Şener.
Ünüvar, K. (2010) “Siyasetin Üzerindeki Hayalet: Orta Sınıflar”, Birikim Dergisi, 260 (14- 24).
Wright, E.O. (1985) Classes, Verso.
Wright, E. O. (1998) “A General Framework for the Anaysis of Class Structure”, The Debate on Classes, Ed: E. O.Wright, Verso.
UN, https://turkiye.un.org, Erişim tarihi: 01.12.2022
[1] K. Marx ve F. Engels 1848 Yılında kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da bu büyük değişimi şöyle ifade ediyorlardı “Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilelisi sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar” (Marx ve Engels, 2019)
[2] Orta sınıf üzerine yapılan kuramsal tartışmalara dair E. O. Wright’ın Classes (1985) ve The Debate on Classes (1989) adlı çalışmaları ile A. Callinicos ve C. Harman’ın Neo-Liberalizm ve Sınıf adlı çalışmalarına (2000) bakılabilir.
[3] “Ataerkil pazarlık kavramı, farklı erkek egemenliği ve akrabalık sistemlerinin cinsiyetler ve kuşaklar arasında yarattığı işbölümü, uyum, çatışma ve direniş biçimlerini aydınlatmayı amaçlar. Temelinde yatan “pazarlık” (bargaining) kavramı, eşitsiz ilişkilere dayanan toplumsal cinsiyet rejimlerinin, kadınların rızasını sadece birtakım normları içselleştirmeleri yoluyla değil aynı zamanda sistemin içinde edinebildikleri bazı güç ve güvence alanları sayesinde de kazandıkları varsayımına dayanır.” (Kandiyoti, 2021)
Özgeçmiş
Hatice KURTULUŞ
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu Hatice Kurtuluş, doktorasını "İstanbul’un Tarihi Çiftliklerinin Metropoliten Büyümedeki Rolü" konulu teziyle ODTÜ Mimarlık, Şehir Planlama bölümünde tamamladı.
Kurtuluş, Türkiye’nin kentleşme deneyimi, İstanbul’un mekansal tarihi, kentsel ayrışma, yeni nesil haklar ve kent hakkı, kentsel siyaset, sınıfsal coğrafya, orta sınıf ve göç alanlarında çalışmaktadır. Bu alanlarda yaptığı araştırmalara dayanan kitapları, makaleleri ve konferans bildirileri bulunmaktadır. Diğer yandan TÜBİTAK ve uluslararası desteklerle gerçekleştirdiği çok sayıda araştırma projesi vardır.
TUBİTAK Yurt Dışı Araştırma Bursu ile gerçekleştirdiği "Almanya'nın NRW Sanayi Havzasının Sanayisizleşme Sürecinde Türkiyeli Göçmenlerin Mekanda Tutunma Stratejileri" başlıklı araştırma için 1 yıl Bielefeld Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde misafir araştırmacı olarak bulunmuştur. Almanya'da bulunduğu sırada bir yandan da Berlin Duvarı'nın yıkılması sonrasında bölünmüş kentin sınır alanlarının yeniden merkezleşme süreçlerinde değişen sınıfsal coğrafya üzerine çalışma imkanı bulmuştur.
Kurtuluş halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümünde öğretim üyesidir.